Uygun olmayan gıdaların kamuoyuna bildirimi ve ifşa nasıl olmalı?
Dünya Gıda Günü etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen “Uygun Olmayan Gıdaların Kamuoyuna Bildirilmesi” konulu oturuma katılan uzmanlar, insan sağlığını tehdit eden gıdaların kamuoyuna açıklanması süreciyle ilgili görüşlerini dile getirdi.
5996 sayılı Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden sonra yeni bir uygulama olarak gündeme gelen “taklit-tağşiş ve insan sağlığına zararlı ürün üreten” işletmelerin kamuoyuna açıklanması (ifşa) uygulaması; Gıda, Ziraat ve Kimya Mühendisleri Odaları’nın birlikte gerçekleştirdiği Ankara’daki Dünya Gıda Günü Sempozyumu’nda kapsamlı olarak tartışılan konular arasındaydı. “Uygun Olmayan Gıdaların Kamuoyuna Bildirilmesi” başlıklı oturumda konuşan Gıda Mühendisleri Odası 2. Başkanı Dr. Bediha Demirözü, gelişmiş ülkelerde piyasadaki bir gıdanın kalitesi ya da güvenilirliğini tehdit eden veya bu konuda şüphe oluşturan bir durum ortaya çıktığında, ilgili gıda üreticisinin söz konusu ürünü pazardan geri çekmekle kalmayıp, olayla ilgili tüm ayrıntıları “tüketici çıkarlarını korumak adına” sakınmadan kamuoyuna duyurduğunu söyledi.
Uygunsuz ürünü pazardan geri çekme gerekliliğine Türk gıda sanayinin de uyduğunu, ancak “ifşa” kararlarının ülkemizdeki yansımaları “farklı” olduğu için, konuyla ilgi süreçlerin de farklı (!) yaşandığını belirten Demirözü, “Hali hazırda ülkemizdeki işletmelerin geri çekme işlemlerini yapıp yapmadığı konusunda hiçbir bilgi alınamamaktadır. Ancak bu durum, gelişmiş gıda güvenliği sistemlerini oluşturmuş ve uygulayan gıda işletmelerinin bu alandaki prosedürleri yerine getirmediği anlamına gelmiyor. Bu işletmelerimiz sözü edilen gerekliliği yerine getiriyor, ama yapılan işlem tüketiciye veya paydaşlara yansımıyor. Çünkü ülkemizde medya, aslında işini doğru yaptığı için bildirimde bulunan bu işletmeleri sahtekâr olarak açıklıyor” dedi. Medyanın ifşa kararlarını yansıtırken olumsuz yönleri olduğundan fazla öne çıkartığını, gerçekte ciddi bir sağlık riski olmadığı halde ifşa edilen ürünlerle halkın “zehirlendiğine” dair haberler yapıldığını, bu durumun sistemin işlerliğini ciddi olarak riske ettiğini kaydeden Dr. Demirözü şöyle sürdürdü:
“Güvensiz olduğu belirlenen bir malın piyasadan geri çekilmesi, başta tüketici algısının yönetimi olmak üzere çok dikkat isteyen ve titizlikle yönetilmesi gereken bir konudur. Çünkü bu sektör bizim. Yediğimiz, içtiğimiz her şeyi bu sektör bize sağlıyor. Bu sektör bizim gelişim kaynağımız ve yarınımız. Öyleyse onları yargılamadan önce ne yaptıklarını anlamak gibi bir zorunluluğumuz var. Aksi takdirde, uygunsuzluğu ifşa edilen işletme, gıda güvenliğine en yüksek önemi veren bir işletme olsa dahi, kamuoyu tarafından yanlış algılanma durumu ortaya çıkacak, bu durum hem o işletmeyi hem de iyi niyetli girişimlerin uygulamasını zora sokabilecektir. Geri çağırma uygulaması yapan işletmelerin kendi gıda güvenliği sistemlerine sahip, kamu tarafından yakından izlenen güvenilir işletmeler olduğunun tüketicilerin zihnine yerleştirilmesi gerekmektedir. Bunlar sağlandığında, kurallara uygun üretim yaptığı halde üretip pazara sunduğu ürünün güvensiz olabilme potansiyeline dair bir bulguyla karşılaşan işletmeler, gelişmiş ülke örneklerinde olduğu gibi, güvenle geri çekme/çağırma işini yürütebileceklerdir.”
İnsanları rezil rüsva etmek yanlış!
Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü (TODAİE) Öğretim Üyesi Doç. Dr. Argun Akdoğan ise gıda denetimleri sonucu ürünlerinde olumsuzluk tespit edilen firmaların kamuoyuna duyurulmasına ilişkin uygulama sorunları üzerinde durdu. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın tedarikçi firmadan kaynaklanan sorun nedeniyle nihai üretici firmayı “ifşa” edebildiğini, hatta bu konuda duruma göre değişebilen bir çifte standarttan söz edilebileceğini söyledi. Doç. Akdoğan konuyu şöyle örnekledi:
“Mesela büyük bir hamburger zincirine et sağlayan bir firmada bakteri çıkmıştı. Bakanlık bu olayda hamburger firmasının ismini hiç anmadan doğrudan tedarikçinin ismini verdi. Çikolota kaplamalı fındık üreticisi bir firmayı ise (yine tedarikçiden kaynaklanan bir konu olmasına rağmen) tam tersi bir yaklaşımla, ‘GDO’lu soya kullandın’ diye ifşa etmekte sakınca görmedi. Özel sektör yanlısı bir insan değilim, ama firmaya gerçekten acıdım. Çünkü tedarikçi firma soya fasulyesini GDO’lu veriyor ve üretici firma da bunu kullanıyor. GDO oranı da %0.1. Dolayısıyla, asıl tedarikçi firmanın suçlanması gereken bir konuda, %0.1 gibi bir oran için bu üretici firma tüketici gözünde tamamen sıfırlanıyor. Daha da kötüsü, halk sağlığını doğrudan tehdit etmeyen kimi olaylar da çok büyük mesele haline getiriliyor. Örneğin, margarinde bitkisel yağ kullanılmış. Evet, bu tüketiciyi aldatmaktır, doğru değildir, bunu etiket üzerinde yazması gerekirdi. Ama bu tüketici sağlığını tehlikeyle atmaz. Tavuk eti geçen bir banttan ertesi gün kırmızı et geçirmiş, kırmızı etin içine tavuk binde 1 – binde 2 karışmış. ‘Binde 1 bile olsa, biz onu ifşa ederiz!’ yaklaşımında Bakanlık. Firmanın bunu kasti olarak yapıp yapmadığına dair elinde hiçbir veri yok oysa. Adam üretim süreci içerisinde tavuğu geçirmiş, ertesi gün de eti geçirmiş, tavuk bulaşmış. Tağşiş olması için işletmenin bunu bile bile yapması gerekir. Bu olaylara sektör ciddi tepki gösterince Bakanlık bir toplantı yapıyor. Yaklaşık 100 tane et üreticisi geliyor. İçlerinden bir tanesi diyor ki: ‘Ben 50 yıldır bu meslekteyim, bu mesleği babamdan devraldım. Bu sektörde çok ciddi şeref ve itibarım vardır. Benim çocuğum şimdi okula gidemiyor, ‘Senin baban ete at karıştırıyor, eşek karıştırıyor!’ dendiği için!’ Bakanlığın bunu kamu sorumluluğu adına yapmaya hakkı yok. Burada yapılması gereken başka yöntemler olabilir, sorunlu ürünü geri çağırma, geri alma gibi. Ama halk sağlığını doğrudan tehdit etmeyen bir şey için insanları rezil rüsva etmek bana doğru gelmiyor. Üstelik bu süreçlerin bize işlem maliyeti getireceğini de kabul edelim. Şimdi ne olacak? Birçok firma binde 1’lik ‘bulaşı’ sorunu nedeniyle sıkıntıya düşmemek için zorunlu olarak tavuk üretimi ile et üretimi bantlarını ayıracak. Peki bu kime yansıyacak? Elbette tüketiciye. Bu benim sağlığımı tehdit etmiyorsa ve firma bunu etiketin üzerine ‘%0.1 oranında tavuk eti de olabilir’ diye yazıyorsa, tüketici olarak benim seçim hakkım olmalı. Bakanlık niye bu seçim hakkımı benden alıyor ki? Ne hakkı var?”
Bakanlık: “%2’lik ‘bulaşı’ olur mu?”
Oturumda son söz hakkını kullanan GKGM - Gıda Kontrol ve Laboratuvarlar Daire Başkanı Neslihan Alper ise gıdada güvenilirliği sağlamaya yönelik çalışmalar hakkında bilgi verirken, bu konuda gelen eleştirileri de yanıtladı. Uzman olan/olmayan herkesin gıda hakkında fikir açıkladığını, sonuçta büyük bir kavram karmaşası ortaya çıktığını belirten Alper, medyada geniş yer bulan sansasyonel gıda analiz sonuçlarına da değinerek, bunlarla halkın galeyana getirilmek istendiğini söyledi. Taklit-tağşiş ve insan sağlığına aykırı konularda 5996 sayılı Kanun’un 31. Madde/6. Fıkrası ve 26. Madde/4. Fıkrasına göre ifşa yoluna gidilebildiğini söyleyen Alper, şu ana kadar yapılan ifşa uygulamalarının her birini titiz çalışmaların ardından gündeme aldıklarına işaret ederek şunları söyledi:
“Evet, bizim süt ve süt ürünleriyle, bal ve et ile ilgili birtakım ifşalarımız oldu. Ama şuna emin olabilirsiniz: Bunlar gerçekten çok üzerinde çalışılarak, değerlendirilerek, analiz metotlarına varana kadar değerlendirilerek açıklanan konulardır. Tabii, bunları ifşa ettiğimizde halkın algılaması çok önemli. Burada meslektaşlarımın dile getirdiği eleştirilere katılıyorum. Bunların ifşa edilmeleri, ‘Evet, bunların hepsi sahtekârdır!’ anlamına gelmiyor. Onun için sadece firma adını değil, onun yanında ürünün parti ve seri numarasını da veriyoruz ki, ‘Bu sorun sadece bu firmanın bu parti ve seri numaralı ürününde söz konusudur’ demek için. Eskiden Eliza testi yaptığımızda, ‘Niye hassas metotlarla yapılmıyor?’ denirdi. Daha sonra son teknik olan PCR’lar gündeme geldi ve laboratuvarlar bu cihazlarla donatılıp bunlarla analiz yapılmaya başlandı. Şimdi de deniyor ki, ‘Bunlar çok hassas ölçüm yapıyor. Binde 1’i, 10 binde 1’i tespit edebiliyor. Bu oranda bir tespit, bulaşı kanıtı olabilir. Bunu niye ifşa ediyorsunuz ki?” Aslında üreticilerimizin bunun da önlemini alması, hiçbir şekilde bulaşıya izin vermemeleri lazım. Çünkü çeşitli yönetmeliklerde bu konu belirtilmiş durumda. Ama biz yine de, ‘Bir bulaşı olabilir mi?’ diye düşünerek, ifşa ettiklerimizde PCR’ın yanında mutlaka Eliza ile de kontrolünü yaptık. Biliyorsunuz, Eliza’nin tespit limiti %2. Yani %2 ve %2’nin üzerinde olan bir şeye, eğer ‘bulaşı’ denebiliyorsa, artık benim diyebileceğim bir şey yok. Bunu kilogramlara ve tonlara vurursanız, çok çok yüksek miktarlar oluşturacağını görebilirsiniz.”
Gerçek bir risk olsa yönetmek olanaksız!
Türkiye Gıda ve İçecek Sanayi Dernekleri Federasyonu’ndan İlknur Menlik, denetimlerde saptanan olumsuzlukların ifşa edilmesini uzun yıllardır federasyon olarak kendilerinin de sürekli gündeme getirdiğini belirterek, “Ama önce tutarlı, sistematik, bilimsel yapıları kuralım, ondan sonra ifşa edelim! Ne yazık ki şu anki uygulamada taklit ve tağşiş ile gıda güvenliği açısından gerçekten riskli, halk sağlığını tehdit eden ürün arasında bir fark kalmamıştır” diye konuştu. İşletmelerin ifşa edilmesi uygulamasının mevcut haliyle bir “iş kazası” olarak nitelenebileceğini dile getiren Menlik, “Bakanlığın kötü niyetli bir duruş içinde olduğunu zannetmiyorum. Çünkü bu firmalar kolay yetişmiyor. Bu firmalar hayatımızın olmazsa olmazı gıda üreticisi şirketler. Dolayısıyla bunu bir iş kazası olarak kabul edip, bir yerde bırakıp, hep beraber yapısal bir çözüm bulma noktasına geldiğimizi düşünüyorum. Hiçbir üretici firma, markasını bile bile feda etmek istemez. Gerçek sahtekâr ile gerçek riski üstlenen ve işini düzgün yapan insanları, kurumları birbirinden mutlaka ayırmamız lazım” diye konuştu.