Ayın Toplantısı: Gıdada yeni stratejilere ihtiyaç var
12/04/2016 - 17:40:00
Dergimizin Bilimsel Yayın Kurulu Başkanı Prof. Dr. Mehmet Pala’nın gerçekleştirdiği Ayın Toplantısı’nda, gıda sanayinde yeni yaklaşımların ortaya konularak, en kısa sürede hayata geçirilmesi vurgulandı.
Gıda Teknolojisi Dergisi tarafından düzenlenen ve gıda sanayinin önemli isimlerinin katıldığı 2016’nın ilk Ayın Toplantısı, 10 Mart Perşembe günü İstanbul’da Ambalaj Sanayicileri Derneği’nde yapıldı. Dergimizin Bilimsel Yayın Kurulu Başkanı Prof. Dr. Mehmet Pala’nın moderatörlüğünde gerçekleşen etkinliğe; Türkiye Gıda Sanayi İşverenleri Sendikası Yönetim Kurulu Başkanı Necdet Buzbaş, Türkiye Süt, Et, Gıda Sanayicileri ve Üreticileri Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Zeki Ilgaz ve Meta Fonksiyonel Gıda A.Ş. Genel Müdürü Dr. İrfan Demiryol katıldı. Toplantıda, gıda sektörünün bugünkü durumu, sorunları ve geleceğe yönelik beklentiler masaya yatırıldı.
Mehmet Pala: Bugünkü toplantımızda sektörün fotoğrafını çekmenin yanı sıra okurlarımıza geleceğe yönelik bir perspektif vermek istiyoruz. Buradan hareketle ilk sözü Sayın Necdet Buzbaş’a vermek istiyorum. Kendisi yıllarını gıda endüstrisine vermiş ve bu konuda kafa yoran bir isim. Necdet Bey ülkemiz gıda sanayinin bugünkü durumu hakkında neler düşünüyorsunuz?
Necdet Buzbaş: Gıda sanayi günümüzde bitkisel, hayvansal ve su ürünleri olarak sıralayabileceğimiz tarımsal ürünlere bir dizi işlemler uygulayarak, raf ömrü uzun ve tüketime hazır ambalajlı gıdalar üretiyor. Yani gıda sanayinin kimliği üretmiş olduğu ürünle bağlıdır diyebiliriz. Bireysel biyolojik ihtiyaç, toplum sağlığı ve ülkelerin gelecekleri açısından yeterli gıdayı sunma zorunluluklarından dolayı gıda sanayi genellikle stratejik bir sektör olarak kabul ediliyor. Bu noktada şu saptamayı yapmakta yarar görüyorum: Sanayide gelişmiş ülkeleri incelediğimizde, bunlar gıda endüstrisinin gereksinimi olan hammadde arzında dünyada ilk 10 içinde yer alıyorlar. Sanayileşmiş ülkeler dünya genelinde tarımsal üretimin %80’ini gerçekleştiriyor. Dolayısıyla sanayileşme tarıma engel değil, beraber yürütülmesi gereken bir süreçtir. Türkiye olarak sanayileceğiz derken tarıma yeteri kadar önem vermedik, dolayısıyla bugün yaşadığımız bir dizi sorunun bu kabullenmeden kaynaklandığını düşünüyorum.
Ülkemizde gıda sektörüne bakacak olursak; sektörün büyüklüğü 360 milyar lira olup, 125 milyar dolara tekabül ediyor. Aslında bunun 140 milyar dolar olması gerekiyordu lakin kurun etkili olduğunu söylemek gerekiyor. Gıda sanayimizin parasal büyüklüğü ise 180 milyar liraya ulaşmış durumda. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı verilerine göre, 40 bin 719 işletme sektörde faaliyet gösteriyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın sendika istatistiklerine göre sektörde 585 bin 304 kayıtlı kişi çalışıyor. Gıda sanayimiz KOBİ ağırlıklı olup büyük ve en son teknolojiyi kullanan firma sayısı azdır. Bunun sonucu olarak da katma değeri yüksek gıda ürünleri üretemiyoruz. Yine ülkemizde 218 AR-GE merkezi faaliyetlerini sürdürürken, bunların sadece 6’sı gıdayla ilgili araştırmalar yapıyor. Bu sayı gıda sanayine hiç yakışmıyor. Maalesef sanayimiz AR-GE’ye yeterli önemi vermiyor. 2015 yılında gıda sanayimiz %3,2 oranında küçüldü. Geçtiğimiz yıl 10 milyar 227 milyon dolarlık ihracat yaptık. Bir önceki yıla göre 1 milyar dolarlık kaybımız söz konusu. İthalatımız ise 5 milyar 133 milyon dolar olarak gerçekleşti. Burada da 500 bin dolarlık bir gerileme yaşandı. İhraç ettiğimiz ürünlerin hem dış pazarlarda rekabet şansı düşük hem de katma değeri yani getirisi az. Çünkü ucuz fiyatla rekabet etmeye çalışıyoruz.
SON 15 AYDA 585 BİN BESİLİK DANA İTHAL ETTİK
Mehmet Pala: Üretilen ürünlere ve teknolojilere baktığımızda gıda sanayimizin belirli bir yere geldiğini görebiliriz. Üretim teknolojileri, hijyen uygulamaları ve kullanılan hammadde gibi hususlarda çok gerilerde değiliz. Yani bir noktaya geldik ama yeterli değil, çözülmesi gereken sorunlarımız var. Zeki Bey siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Zeki Ilgaz: Mehmet Hocam tespitinize katılıyorum. Ülkemizin esas sorunu katma değer yaratamamak. Buğday getirip un ihraç etmek, durum buğdayı ithal edip makarna ihraç ediyor olmak güzel ama yeterli değil. Çünkü orada çok fazla katma değer yok. Hatta şunu da belirtmekte yarar görüyorum; dahilde işleme rejimi kapsamında bu imkan yaratılabildiği için bu ihracatı yapabiliyoruz. Çünkü dünya fiyatlarıyla hammadde alıyoruz, yine dünya fiyatlarıyla ürün satıyoruz. DİR çerçevesinde süt ihracatımız 300 milyon dolarları buldu. Son dönemde dünyada çiğ süt fiyatları düştüğü için ihracatımızda tutar olarak %30 düşüş söz konusu. Miktarsal düşüş daha az. Avrupa Birliği (AB) ciddi anlamda rekabetçi. AB’de Nisan 2015 itibariyle süt kotalarının kaldırılması ve Ağustos 2014’te Rusya’nın getirdiği yasaklamalar sonrasında dünya süt ürünleri piyasasında ciddi daralma oldu. Bu durum halen devam ediyor. Bahsi geçen gelişmelerin Türkiye’ye yansımaları sınırlı oldu çünkü ihracatımızın toplam üretim içindeki payı düşük. Esas sorunumuz envanterimizle ilgili rakamların sağlıklı olmamasından ötürü politikaların oluşturulacağı mevkilerde görev yapan kişilerin adım atmada zorlanmaları. Bunu hem et hem de süt sektörleri için söylüyorum. Kırmızı et fiyatları 26 ay boyunca istikrarlı bir şekilde arttı. Bakanlık devamlı surette bunun düzeleceği ya da fiyat artışının duracağı beklentisine girmişti. Ancak bir süre sonra besilik dana ithalatına karar verme noktasına geldi. Ama hala o gün bile ithalatla ilgili kararın psikolojik etkisinden medet umdu ve reel anlamda ithalata engeller koydu. Son 15-16 ayda ülkemize çeşitli ülkelerden 585 bin adet besilik dana girmesine rağmen fiyatlarda bir düşüş olmadı ve bakanlık fiyatta üst limit uygulaması getirdi.
Mehmet Pala: Bu çok doğru bir uygulama mıdır?
Zeki Ilgaz: Hayır, öncelikle birkaç tespiti yapmamız lazım. Bir fiyat konuşuluyor ama bunun karşılığında nasıl bir et, nasıl bir karkas var. Etçi ırk mı, sütçü ırk mı, et ve kemik oranı ne, yağlılığı ne, nerede kesilmiş, soğutulmuş mu? Bu noktalar ve ödeme vadeleri tamamen göz ardı edilerek sadece fiyat konuşuluyor. Ülke olarak kendi envanterimizi doğru yönetiyor olsaydık, bu kadar hayvanı ithal etmemize gerek kalmazdı. Ülkemizde iki doğum arasında süre kimine göre 570 gün, kimine göre 550 gün, kimine göre de 540 gündür. Yani kesin olarak bilmiyoruz. Sürünüzü iyi yönetebilirseniz pratikte bu sürenin 400 güne çekilme imkanı var. Envanteri doğru yönetebilseydik, tohumunu yeteri kadar verebilseydik yılda 700 bin kadar daha fazla buzağı elde edebilirdik. Doğum sırasında ve doğumu takip eden haftalarda buzağıların ölüm oranının -12 civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu ölümlerin %4-5 oranına düşürülmesi imkanı var. Bu yolla 200–250 bin hayvan kazanma imkanımız var. Hayvancılıkta da aile hekimliği gibi saha veteriner hekimliği kurumunu kurarak belirli bir alanı bir veterinere zimmetleyebiliriz. 3 bin, 3 bin 500 hayvan bu veterinerin sorumluluğuna verilebilir. Böylelikle hayvan varlığımız sağlıklı bir şekilde kayıt altına alınabilir. Devletin buraya harcayacağı para dışarıya ödeyeceğimiz milyarlarca dolardan çok daha az. Bunun yanı sıra verimliliği artırmaya dönük tarımsal dönüşümü yapmanın zamanının geldiğini düşünüyorum.
ET TÜKETİMİ BİRAZ DA REFAH SEVİYESİYLE İLGİLİ
Necdet Buzbaş: 80 kg’lık bir insanın günlük hayvansal protein ihtiyacı 25-30 gram arasındadır. Buradan yola çıktığımızda, Türkiye’deki bir insanın yıllık kırmızı et tüketiminin 12-15 kg civarında olması gerekiyor. Zaten tüketiminiz bu seviyede. Avrupa Birliği’nde bu rakam 80 ila 100 kg arasında değişiyor, ABD’de ise 120 kg. Bizim ülkemizde belirli bir miktarda aldıktan sonra fazlasına ulaşmak refah düzeyiyle alakalı bir konu. Türkiye’de medyan yıllık gelir 7 bin dolardır, etin kilosu 10-11 dolar. New York’da medyan yıllık gelir 58 bin dolar olup, etin kilosu da 20 dolardır. Fiyata bakarsan bizim iki katımız ama kazançları neredeyse 7,5 katımız. Ben şunu söylemek istiyorum; bir insanın kırmızı ete olan ihtiyacını asgari düzeyde karşılıyorsa onun ötesindeki fazla tüketim refah düzeyiyle ilgilidir. Et, devlet tarafından serbest piyasa ekonomisini bozacak kadar stratejik bir ürün değildir.
Zeki Ilgaz: Devlet niçin kırmızı et fiyatlarına müdahala ediyor? Çünkü enflasyon hesaplamalarında kırmızı etin ağırlığı çok fazla. Dolayısıyla enflasyon artışının günah keçisinin gıda fiyatları olması ve bunun da içerisinde kırmızı etin ağırlığının bir hayli fazla olması nedeniyle bütün projektörler onun üzerine yoğunlaşıyor. Dünyada kişi başı ortalama et tüketimi 38-40 kg civarındadır, ülkemizde ise üretimimizin ortalaması 38 kg’dır. Aslında dünya ortalaması civarında ya da biraz altında tüketimimiz var. Çünkü AB ve ABD gibi ülkelerde domuz eti yaygın tüketiliyorken bizde domuz tüketimi yok. Bir prensipi hatırlamakta yarar vardır; doğru ölçmediğiniz şeyi iyileştiremezsiniz ve yönetemezsiniz. Şu anda tarımsal üretim istatistikleriyle ilgili hepimizin kafasında bir soru işareti var. Yani doğru ölçtüğümüzle ilgili bir güven zaafiyeti söz konusu.
İrfan Demiryol: Gıda sanayinde tanım ve terminolojinin yeniden yapılması gerektiği kanaatindeyim. Geçtiğimiz yıllarda gıda, içecek ve tütün istatistiklerde birlikte değerlendirilirken, son dönemde tütün buradan çıkarıldı. Gıda sanayi ile gıda sektörü arasındaki bağın doğru tanımlanması gerekiyor. Sizlerin de belirttiği gibi ülkemiz gıda sektöründe 40 bin 719 işletme mevcut olup bunların 27 binden fazlası ekmek fırını ve unlu mamul üreten firmalardır. Dolayısıyla bir pastane de, bir kek fabrikası da aynı kategoride değerlendiriliyor. Yani elma ile armut misali kavramlarda bir kafa karışıklığı yaşanıyor. Çünkü gıda sanayi için üretilecek çözümler işletmelerin büyüklüğüyle de ilgilidir. Bu sebeple gıda sektörünü ve gıda sanayini tanımlarken yeni kriterlerin getirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gıda sanayinin beslenme sektörüyle de olan ilişkisinin birbirinden çok iyi ayrılması lazım.
Gıdaların ambalaja konması konusunun gıda sanayinin temel anahtarlarından biri olması fikrine ben de katılıyorum. Bu sadece bir ürünün tanımı olarak değil, aynı zamanda o ürünün tüketildiği noktaya ve zamana kadar güvenli bir şekilde sağlanmasının olmazsa olmazlarından bir tanesi olarak görülmeli. Ancak ambalajlı ürünler üzerinde yaratılan endişe bizde başka bir problemin daha olduğunu ortaya koyuyor. Bu durumda da bizlerin tüketicilere gıdanın ve gıda sanayinin ne olduğunu anlatacağı pratik yollar bulması gerekiyor. Gıda sanayindeki problemler ve kavramlarla onun tedarikçisi olan tarımla ilişkisinin doğru planlanması önemli. Türkiye’de belirli tarım ürünlerinin ve gıda hammaddelerinin üretim miktarı olarak yeterli olduğunu görürüz ancak sanayi olarak üretmeye kalktığımızda bunların hem kalite hem standardizasyon hem de miktar olarak ciddi problemleriyle karşılaşırız. Örneğin kayısı konservesi yapmaya kalktığınız zaman sezonu içinde 6-7 çeşit kayısının fabrikaya geldiğini görürsünüz. Oysa siz standart bir ürün üretmek zorundasınız. Aynı şey şeftali için de geçerlidir. Hala ülkemizde üretilen 1 milyon tona yakın şeftalinin konserveye işlenmesinde çok ciddi teknik sorunlar var. Bunu başarmış ülkelerde ise standart çeşitlerle çok ciddi üretimlerin oduğunu görüyoruz.
TARIM İKİNCİL İŞLEM GÖRDÜ
Mehmet Pala: Türkiye gıda sanayinin işlediği hammaddelerin büyük kısmı yerli kaynaklardan tedarik edilmesi gerekirken ithal ediliyor. Hammadde üretimi konusunda gerçekten bir potansiyelimiz var mı, bu konudaki değerlendirmeleriniz ne yönde?
Necdet Buzbaş: Hammadde dediğimiz şey tarımdan geliyor. Söylediğiniz gibi ülkemizde bu hususta bir potansiyel var. Ancak 1950’lerde sanayileşme ve tarım ülkesi olma ayırımındaki tutarsız karar yüzünden tarım ikincil işlem görerek devlet destekleriyle gitmiştir. Bence daha önemlisi hammadde veya tarımsal çıktıların yönetilmesinde üretim mantığı yok. Hammaddelerin doğasında kademeli ürün verme vardır. Bunun dışında ülkelerin demografik yapısı ve gelir artışı da orta ve uzun vadeli planlar içinde ihtiyaçların belirlenerek üretimin planlanması gerekiyor. Bu üretimi de geliştirecek ve pazarlayacak altyapıyı kurmamız şarttır. Finans da buna dahildir.
Zeki Ilgaz: Kaynaklarımız sonsuz değil ve bunları çok iyi kullanmıyoruz. Örneğin narenciye şu anda toplanmıyor, dalında kalıyor. Çünkü üreticinin satış fiyatı toplama maliyetini bile karşılamıyor. Verimli sulanabilir tarım arazilerini boş bırakmış olmamız, diğer taraftan da bazı ürünleri ithal etmemiz bir planlama zaafımız olduğunun göstergesi. Öte yandan iklim değişiyor, tüketici eğilimleri farklılaşıyor. Bir gıda firması gibi bütün bunları dikkate alacak bir planlama yapılması gerekiyor. 32-35 tane havza oluşturuldu, bunların her biri için üretim hedefi konmalı. Biraz önce konunun sosyolojik boyutundan bahsettik. Gerçekten yeni nesil /gençler hayvancılık yapmak istemiyor. Köylerde 40 yaş ve üzerindekiler hayvancılığı sürdürüyor. Meraların bir kısmı boş. İşletmelerin %76’sında 9 adet ve altında hayvan varlığı mevcut. Bu verimsizliğe ve istikrarsızlığa yol açıyor. Geçtiğimiz kasım sonunda bir ilk yaşandı ve çiğ süt arzının düşük olduğu dönemde bile sektörün elinde stok vardı. Bunun olmaması gerekiyordu çünkü yok mevsiminden çıkmıştık. Devletin elinde bazı imkanlar var. Toprak Mahsulleri Ofisi bitkisel üretim yapan çiftçiyi koruyorsa ve bir fiyat istikrarı yaratıyorsa, aynı şeyi yem hammaddesi için de yapmalı. Hayvancılık işletmelerinin girdi maliyetlerinin regüle edilmesi gerekiyor.
İrfan Demiryol: Gıdanın hammaddesi tarım. Ama tarımın başka bir fonksiyonu daha var, o da sosyolojik boyutu. Eğer siz nüfusunuzun %22’sini tarım sektöründe değerlendiriyorsanız hem problemler ortaya çıkıyor hem de anlaşılmaz sonuçlar çıkıyor. Türkiye’de 1 milyon 250 binin üzerinde hayvancılık isletmesi mevcut. Zeki Bey’in dediği gibi bunların büyük bir bölümü 10 başın altında küçük işletmeler. Burada bir karar vermemiz gerekiyor. Ya büyük tarım-hayvancılık işletmelerine geçeceğiz ya da işin sosyolojik boyutunu düşünerek şu anki yapıyı kısmen sürdüreceğiz. Küçük yerleşim yerlerinde yaşayan insanların hayvan çiftçisi haline getirilmesi işin en doğru yönü. Bunun dışında bu kadar dağıtılmış süt üretiminden bahsediyoruz ama bir yandan da sütün dönemsel olarak fazlalığı nedeniyle oluşmuş süt tozu dağlarınınn oluşması, devletin verdiği primler veya başka çözümlerle bunu tüketmeye çalışıyoruz. Böyle olunca da hem üretim ayağında hem de tüketim ayağında sorunlar çıkıyor. Üretim, tüketim ve hammadde arasındaki ilişki ya çok doğru olarak hesaplanmıyor ya da tespit etmekte zorlandığımız bir problem var.
GIDA SANAYİMİZ İSTİHDAM DOSTU
Mehmet Pala: Gıda sanayinde kullanılan teknoloji ve çalışan insanların kalitesi hakkında neler düşünüyorsunuz?
Necdet Buzbaş: Gıda sanayinde kullanılan teknoloji seviyesi yukarı doğru çıktıkça daha kalifiye elemana ihtiyaç artıyor. Türkiye’de rakamlara baktıkça tarım sektörü bir, imalat sektöründe de tekstil gıdayla başbaşa gider. Buralar istihdam açısından kalabalık olan sektörlerdir. Gıda sanayinde teknik ve teknolojik gelişmeler istihdamın dostu değildir. Bu bir çelişkidir. Sektörümüzde faaliyet gösteren 40 bin 719 işletmeden sadece 2 bini teknolojiyi layıkıyla uygulayan ve istihdamını yerinde sabitlemiş kuruluşlardır. Dolayısıyla ülkemizde “istihdam dostu” bir gıda sanayinden söz etmek mümkün. Bu da işletmelerin küçük ölçekli olmasından ve teknolojiyi az kullanmalarından kaynaklanıyor. Halbuki son zamanlarda sanayi 4.0 diye bir kavram hayatımıza girdi. Bunu da tarım 3.0 olarak dillendirenler var. Yani tarım ile bilişim sektörünün el ele gitmesi. Bunu az önce konuştuğumuz hammadde çıktılarının gıda sanayine daha kontrollü ve verimli sunulması prosesinin güncel adı olarak nitelendirebiliriz. Teknolojiyi kullanan kuruluşlarımızda bile otomasyonun ne oranda sağlıklı kurulu olduğu belli değil. Sanayi 4.0’a adapte olabilmek için öncelikle otomasyonun tamamlanması gerekiyor. Gıda sanayimizin küçük bir bölümü günümüz teknolojisini kullanmakla birlikte, bilişim teknolojilerini kullanacak ve buna göre dış pazarlarda rekabet edebilecek hazırlıkların içinde bile değil. Dolayısıyla günün koşullarına uygun mühendisleri yetiştirmemiz çok önemli. Bunun için üniversite, mühendislik ve girişimci işbirliği yapmalı.
Zeki Ilgaz: Necdet Bey birçok şeye değindi. Biz sektör olarak yetişmiş ara eleman konusunda büyük sıkıntı yaşıyoruz. Mesela Pınar olarak kendi çıraklık okulumuzu kurduk ve orada kasap yetiştiriyoruz. Gazete ilanlarında hayvancılık işletmelerinde, çiftliklerde çalışacak eleman ve çoban aranıyor. Bunlar bulunamıyor ve yurtdışından getiriliyor. Şu anda hükümetin verdiği teşvikler ve destekler var. Sektörün de bunu değerlendirmesi lazım. Aksi takdirde gelişmiş ülkelerle aramız fazlasıyla açılıyor.
DÜĞMEYE BASMAKTAN KORKAN
MÜHENDİSLER VAR
İrfan Demiryol: Teknoloji ya öğretilecek ya da satın alınacak bir konu. Eğer sermayeniz varsa 15 dakika içinde bunu rahatlıkla temin edebilirsiniz. Ne var ki işletme sahipleri entelektüel sermaye içndeki insan kalitesi kavramına ülkemizde yatırım yapmadılar. Bunun büyük bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. Birlikte çalıştığım bazı kişilerin teknik bilgilerinin yeterli, bazılarının ise yetersiz olduğunu gördüm. Üniversitedeki eğitimler teori üzerine kurulu, pratik eğitimin kalitesi maalesef yeterli değil. Makinenin başına geçtiğinde düğmeye elini sürmekten korkan çok sayıda mühendis olduğunu biliyorum. Ayrıca bazı mühendislerde özgüven eksikliği var. O kadar cesaretsizler ki ne bilgilerine güveniyorlar ne de sorumluluk üstlenebiliyorlar. Oysa işe yeni başlayan mühendisten 15 yıllık deneyime sahip bir meslektaşı gibi performans göstermesini beklemiyoruz. Beklediğimiz şey işini sevmesi ve öğrenme isteğine sahip olması. Üniversitelerdeki eğitimin buna göre verilmesinde yarar var.
Ülkemizde AR-GE kavramı yıllarca hep yeni ürün üretmek olarak algılandı. Oysa ürününüzü satarken insanlar sizden daha iyi bir ürün bekliyorlar hem de ucuz olmasını istiyorlar. Dolayısıyla AR-GE’ciler üretim maliyetini düşürücü, prosesleri iyileştirici ve insana bağlı olmaktan kurtarıcı ve hatayı azaltıcı modeller üzerine yoğuınlaşmalı. Bu hem sektörün hem de insanın ihtiyacı.
YILDA 500 GIDA MÜHENDİSİ İŞ BULABİLİYOR,
YA DİĞERLERİ?
Mehmet Pala: Türk gıda sanayi bana göre ikili bir yapı gösteriyor. Bir tarafta çok modern işletmeler, diğer tarafta ise artan kayıtdışılık var. Bundan önceki gıda kanununun kayıt dışılığa ciddi manada darbe vurduğunu düşünüyorum. Yeni yasayla bu durum biraz gevşetildi. Buradan dönülmesi gerekiyor. Eleman konusuna gelince, iyi işleri kaliteli insan gücüyle yapabilirsiniz. Çok üstün teknolojiye sahip bir makineyi bile ancak uzman biri layıkıyla kullanabilir. Gıda sanayinin eleman ihtiyacı çok önemli bir husus. Teknik liseler kaldırıldığı için Türkiye’de ara elemandan söz etmek artık mümkün değil. Herkes üniversiteye gitmek istiyor. Bu yıl 2.5 milyon kişi üniversite sınavlarına girecek. 80 gıda mühendisliği bölümü var, 40-50 adet de veteriner fakültesi var. 50 kişiden hesaplarsak her yıl 4 bin kişi gıda mühendisliği bölümlerinde okumaya başlıyor. Yüksek okullarda eğitim görenleri saymıyorum. Bunları da katarsak rakam daha da büyüyor. İyimser tahminlere göre ülkemizde özel sektörün yıllık ihtiyaç duyduğu gıda mühendisi sayısı 500 civarında. Buna kamu dahil değil. Yılda 3 bin gıda mühendisinin mezun olduğunu düşünürsek 500 çok küçük duruyor. Tabii burada mezunların kalitelerine de bakılması gerekiyor.
Necdet Buzbaş: Türkiye’de 190’dan fazla üniversite var, bunların 90’ı devlet, geri kalanı da vakıf üniversiteleri. Vakıf üniversitelerinde de isteğe göre YÖK’ün de onayıyla mühendislik fakülteleri açıldı. YÖK önceki yıl tıp fakültelerine gireceklerin ilk 40 bin içinde olması kararı aldı. Bu sene aynı benzer uygulamayı mimarlık ve mühendislik için de getirdiler. Eğer ilk 200 bin içinde değilsen mühendislik fakültelerine giremiyorsun. Önceden 900 bininci olan bir kişi bir vakıf üniversitesinin gıda mühendisliğinde okuyabiliyordu. Böyle olumlu bir işe imza atan YÖK, mevcutları da gözden geçirmeli. Acaba söz konusu 200 bine giren ve mühendisliği tercih edecek öğrencilere verilecek müfredat sanayinin istediği nitelikte mi? İlk 200 bine girenler daha kaliteli üniversitelere girecek, bunun faydası olur mu? 200 binin dışında kalanlar ise özellikle vakıf üniversitelerinde kontejyan açığına yol açabilir mi? Bunu düşünmemiz gerekiyor.
Mehmet Pala: Bence öğrencinin ortalama kalitesinde bir yükselme olacak. Dünyada her bakımdan o kadar fazla değişiklik yaşanmasına rağmen bizim eğitim sistemimizde herhangi bir değişiklik olmadı. Nasıl tarımı yeniden ele almamız gerektiğini söylüyorsak üniversitelerdeki eğitim sistemimizi de gözden geçirmeliyiz. Her yerde belirttiğim bir şeydir, 4 yıllık eğitim bence fazla. Doğru planlama ve iyi bir içerikle 2,5 yılda üniversiteler mezun verebilir. Eğer öğrenme sürecinde öğrenciye yeni bir şey öğretecekseniz, bunu daha önceden bildiği bir şeye bağlamanız gerekiyor. Biz ise böyle yapmıyoruz. Değişik bilgi balonları var ama birbirine bağlı değil. Dolayısıyla kopukluk oluyor ve öğrenci doğru dürüst bir şey öğrenemeden mezun oluyor. Bu aşama ne öğrencinin ne de akademisyenin suçu var. Tamamen sistemin değişmesi şarttır.
AMBALAJLI GIDAYA KARŞI GÜVENSİZLİK YARATILIYOR
Mehmet Pala: Gıda sanayinin tüketiciyle ilişkisinde kopukluk olduğunu düşünüyorum. Tüketici-sanayi-medya ilişkisini nasıl görüyorsunuz? Daha iyi bir ilişki için ne olmalı ve neler yapılmalıdır?
Necdet Buzbaş: Geçtiğimiz günlerde dünya çapında bir olay yaşandı ve 17 milyar dolarlık cirosu olan ABD’li Mars Çikolata’nın Hollanda’da bulunan fabrikasında üretilen ürünlerinin içinde kırmızı bir plastik çıktı. Genellikle plastik maddeler beyaz olmasına rağmen şirket bunu özellikle kırmızı olarak renklendirmiş ki, bir hata durumunda müşteri tarafından fark edilmesini sağlamayı amaçlamış. Olay patlak verince ilk etapta sekiz AB ülkesinde toplama kararı aldılar, hemen akabinde bunu 55 ülkeye çıkardılar. Bunların içinde Türkiye de var. Ağustos 2015’ten Haziran 2017’ye kadar son kullanma tarihi olan belirli ürünleri geri çağırdılar. Özellikle ülkemizde bu haberi okuyanlar büyük, felaket bir hata olarak yorumlayabilirler. Şirket burada hatasını kabullenerek ürünlerini toplatmayı tercih etti. Bu kendine güvenin bir göstergesi. Ayrıca hatayı tekilleştirmedi. Çok büyük bir maliyeti göze alarak “benim müşterim bu maliyete değer” şeklinde bir yaklaşım sergiledi. Bu durum tüketicisi karşısında markanın da güvenini tazeliyor. Tüketici de bunun farkında. Buradan hareketle günümüzün tüketicisine karşı olabildiğince şeffaf olunması gerektiğini belirtmek isterim. Buradan dönüş yok. Mars tersini yapıp bu olayı örtbas etmeye çalışşaydı sosyal medyada markası yerle bir ederlerdi. Tüketiciyle gıda sanayi arasında bir sorun görmüyorum, ama medya üzerinden kurulan ilişkide bazı sorunlar var. Medya üzerinden ambalajlı gıdayla ilgili kuşku yaratılıyor. Bu kuşku ortamı ise tüketicileri başka arayışlara yöneltiyor. Yani siz UHT’yi, pastörizasyonu doğru anlatamazsanız tüketici sokak sütüne yöneliyor. Gıda sanayicilerinin tüketicilere ambalajlı ürününün ne olduğunu anlatması şart. Gıda şirketlerinin proaktif olarak kendilerini doğru şekilde ifade etmeleri önem arz ediyor.
Zeki Ilgaz: Bazı yanlışların düzeltilmesi amacıyla ticari şirketlerin ortaya çıkması tüketiciler nezdinde yanlış algı oluşmasına zemin hazırlıyor. Herhangi bir yanlışlığın sivil toplum örgütleri, dernekler ve kamu otoritesince düzeltilmsi gerektiğini düşünüyorum. Mesela İngiltere’de insanlar derneklere, ABD’de ise kamu otoritesine daha fazla güveniyor. Ülkemizde ise kime güvenebileceğimizi bilmiyoruz. Bir futbol otoritesi çıkıp piliçlerin sağlıklı olmadığı yönünde ahkam kesebiliyor. İnsanların bir kısmı da bundan etkilenebiliyor. Sivil toplum kuruluşları ve dernekler tüketicileri bilinçlendirmeliler ama kamu otoritesinin de meydanı bu kadar boş bırakmaması gerekir.
Necdet Buzbaş: Ben Zeki Bey’e bu konuda katılmıyorum. Çünkü Türkiye’de kamu buna hiçbir zaman sahip çıkmamıştır ve çıkmaz da.
Zeki Ilgaz: Etiketler ne kadar doğru, gerçeği ne kadar yansıtıyor? Buranın biraz bulanık olduğu kanaatini taşıyorum. Özellikle merdiven altı olarak tabir edilen firmaların ürünlerinde tağşiş ve hile yapıldığını biliyoruz. Bakanlık bazen bunları ifşa ediyor. Bu firmalar da şöyle bir karşı önlem alıyor; Firma bir ay boyunca üretmiş olduğu ürünün tamamına bir parti numarası veriyor ve bir defa ceza yiyor. Bakanlık o partiye ceza kestiği zaman ikinci cezayı yazamıyor. Biz de bu cezaların artırılması hatta üçten sonra firmanın kapatılması gerektiğini belirtiyoruz. Bakanlık da yasanın buna engel olduğunu söylüyor. O zaman da yasanın değiştilmesini talep ediyoruz. Kısacası bu hususta kamu otoritesine de büyük sorumluluk düşüyor. Yanlış yapanı cezalandırmalı.
ETİKET TÜKETİCİYE GÜVEN VERMELİ
Son zamanlarda tüketicilerin gıda ürünleri ve üzerindeki etiketlere bakışı ve algısında bir değişiklik yaşandığına dikkat çeken Dr. İrfan Demryol, etiketlerin ürünün içinde olanları anlatmaya başladığını söyledi. Aynı zamanda ürünlerin içinde olmayanları anlatan bir kültürün de geliştiğine vurgu yapan Demiryol, “Bu durum güvensizliğe yol açıyor. Hiçbir ürünün içinde gluten esaslı hammadde olmadığı ve hepimiz tarafından bu bilindiği halde ürün etiketinde ‘içeriğinde gluten yoktur’ ibaresi kullanılabiliyor. Yine ‘GDO yok’, ‘tamamen doğal’ gibi tanımlamalara sıklıkla rastlar olduk. Gıda sanayi etiketlerin üzerine okunabilir nitelikteki bilgileri koymak zorunda. Etiketler hem ürünün içindekileri açıklamalı hem de alerjen, sağlık ve saklama uyarılarını belirtmeli. Etiket tüketiciye güven vermeli. 7-8 dilde bilgileri aynı etiket üzerine koyan markalar var. Bunları bırakın gözlükle, mikroskopla dahi okuyamazsınız” dedi.
Türkiye’de kavramlar üzerinde yoğun tartışmaların yapıldığını anlatan İrfan Demiryol şöyle devam etti: “Örneğin Türkiye’de katkı maddeleriyle ilgili tartışmalar olurken, bu konu Avrupa’da konuşulmuyor. GDO Avrupa ülkelerinde farklı açılardan ele alınıyor. Maalesef Türk toplumu sağlıkla ilgili uzmanların söylediklerini değiştirilmez kurallar gibi aynen kabul ediyor. Aynı kişi tavukla ilgili konuşurken, ertesi gün ayakkabıyla ilgili de yorum yapabiliyor.”
Ayın Toplantısı’nın sonunda konuşan Prof. Dr. Mehmet Pala, “Yaklaşık 3 saat süren toplantımızın sonuna geldik. Değerli konuşmacılar çok önemli bilgiler vererek, değerlendirmelerde bulundular. Toplantımızı özetlemek gerekirse; gıda sanayinde yeni yaklaşımların ve stratejilerin ortaya konması gerektiğini düşünüyorum. Bu sebeple bugün burada konuştuğumuz konuların sektörümüze yeni bakış açıları getireceğine inanıyorum. Ayın Toplantılarımıza önümüzdeki aylarda da kesintisiz devam edeceğiz. Bu vesileyle toplantıya katılan tüm katılımcılarımıza çok teşekkür ediyorum” dedi.