Necdet Buzbaş: Sabri Ülker bana 'kolumun biri sensin' derdi
19/10/2016 - 18:03:00
Türk gıda sanayinin duayenlerinden Necdet Buzbaş ile Ülker yıllarını, Sabri Ülker ile olan ilişkilerini, gıda sektörünün bugünkü durumunu ve TÜGİS’teki çalışmalarını konuştuk.
Necdet Bey, Türk gıda sanayi sizi ve çalışmalarınızı çok iyi biliyor. Sizi az tanıyan okurlarımız için kısaca kendinizden bahsedebilir misiniz?
Samsun doğumluyum. İki katlı bir ahşap evin bahçe katında doğdum. Doğum tarihimle alakalı bir ikilem var. Anneme göre 15 Aralık 1947, babama göre ise 15 Nisan 1948 doğumluyum. Bunun sebebi de şuydu; Babam devlet memuruydu, geçici görevle Samsun dışına tayin edildiği dönemde annem doğum yapıyor. Babam ben doğduktan 4 ay sonra geri dönüyor. Eskiden nüfus kağıdı çıkarmak gibi işlemler bugünkü kadar hızlı ve kolay değildi. Ayrıca kadınların böyle yerlere gitmesi de zordu. Dolayısıyla babamın gelmesini bekliyorlar ve ben doğduktan ancak 4 ay sonra nüfusa kayıt oluyorum. Sizin anlayacağınız iki doğumgünüm var. Yaklaşık 3 yıl önce biyolojik yaş kontrolü yaptırdım. Biyolojik yaşım 45 çıktı. Bu da işin memnuniyet verici başka bir yönü. Babamın memuriyet görevinden ötürü ilkokula Sinop – Ayancık’ta başladım. İkinci sınıftayken Merzifon’a geçtik ve ortaokula kadar burada okudum Daha sonra Samsun’a geri döndük.
1965 yılında Samsun Ondokuz Mayıs Lisesi’ni bitirerek, o yılların en popüler fakültesi İstanbul Üniversitesi Kimya Fakültesi’ni kazandım.1970 yılında Kimya Yüksek Mühendisi olarak diploma aldım. 1970 – 1972 yıllarında asteğmen olarak askerlik görevini yaptığım Malatya’yı hiç unutamadım. Askerlik dönüşü Samsun tutkusundan olsa gerek, yüksek eğitimim süresince karşılıksız burs aldığım Eczacıbaşı şirketinin iş olanaklarını görmezden gelerek Samsun’da kurulu Adeka İlaç Fabrikası’nda göreve başladım. Bu yönelişte lise yıllarındaki kimya öğretmenimin Adeka İlaç Fabrikası’nın sorumlu müdürlüğünü yapıyor olmasının etkili olduğunu düşünüyorum. 1975 yılında nişanlımın ailesinin İstanbul’da ikamet etmesinden dolayı iş tercihimi buraya yöneltmek zorunda kaldım ve Ülker’li oldum.
Bu vesileyle biraz da babamdan söz etmek istiyorum. Az önce de söylediğim gibi babam Cumhuriyet’in yetiştirdiği devlet memuruydu. O zamanlar bizim evimizde ve komşularımızda sevgi, saygı, hoşgörü, etik değerler, fakir komşulara yardım etmek her şeyden önce gelirdi. Bu dönemde babamın bendeki bir hatırasını sizinle paylaşmak istiyorum. İlkokul üçüncü sınıftayım. O zamanlar bugünkü gibi değişik çeşitte kalemler yok. Sadece kurşun kalem ve devlet memurlarına verilen sabit kalemler vardı. Sabit kalemin yazısı silinmezdi. Bir sabah babamın portmantodaki ceketinin cebindeki sabit kalemi alarak okula gittim. Sınıfta kızları başıma topladım, sabit kalemle imza atıyordum. Akşam eve geldiğimde babam beni yanına çağırdı ve “Oğlum ben sana kalem almıyor muyum?” diye bir soru sordu. Ben de “Alıyorsun baba” dedim. Bunun üzerine babam “Peki sen devletin bana verdiği kalemi ne hakla alıyorsun?” diye sert bir tepki gösterdi ve bir tokat attı. Babamın devletin bir kalemine verdiği değeri bugün 68 yaşında olmama rağmen hala unutmuyorum.
SABRİ BEY BANA “KOLUMUN BİRİ SENSİN” DERDİ
Kariyerinizin neredeyse tamamını Ülker’de geçirdiniz. Sabri Ülker ile tanışmanızı ve bu dönemi genel hatlarıyla anlatabilir misiniz?
İstanbul’da iş görüşmelerinde bir ilaç firması ve Ülker arasında karar vermem gerekiyordu. Rahmetle anıyorum Sabri Ülker ile ilk olarak 25 Nisan 1975 tarihinde Ülker’in İstanbul – Davutpaşa’daki fabrikasında gerçekleşen iş görüşmesinde tanıştım. Kariyerinizi teslim edeceğiniz şirketin sahibi size güven vermiyorsa hemen yolları ayırmak her iki taraf için de en akıllıca davranış olur. Ancak ben ilk görüşmemizde güvenilir bir işveren ile yüz yüze olduğumu görmüş, kariyer için uygun bir kuruluş seçmenin fırsatını yakalamıştım. Sabri Ülker insan sarrafıydı. Kendine has zekice sorularıyla herhangi bir rahatsızlık oluşturmadan beni sınava çekti. Teknik bilgi ölçmekten çok kişisel yetkinlikleri öğrenmeye çalışıyordu. Karşılıklı sohbet iki saat sürmüştü. Ufak bir mola verildi. Daha sonra Sabri Bey beni odasına çağırdı, beni tüm nezaketiyle ayakta karşıladı ve buyur etti. Kahvelerimizi yudumlarken diğer yandan hafiften gülümseyerek 1 Ağustos’ta işe başlayabileceğimi ifade etti. Çok sevinmiştim. Ancak ücreti hiç konuşmadık. Sabri Bey bana ‘Merak etme istediğin olur’ dedi. 1 Ağustos 1975 tarihinde işe başlayıp ayın sonuna geldiğimizde gönderilen beyaz zarfı açıp içine baktığımda gördüm ki benim talep edeceğim ücreti Sabri Ülker takdir etmişti.
Ülker o dönemde iyi bir bisküvi markasıydı. Rakipleri arasında ETİ, Arı Bisküvi ve Besler vardı. Şüphesiz mahalli markalar da mevcuttu. Karaman’daki firmalar ise sonraki yıllarda Turgut Özal döneminde Rusya’ya ihracatın başlamasıyla faaliyete geçti. 1970’li yılların ortalarında çikolata elle doldurularak ve sarılarak sınırlı miktarda üretilen bir üründü. Benim çalışmaya başladığım 1975 yılında Ülker çikolataya büyük yatırım yaparak, Avrupa’dan yüksek teknolojiye sahip makineler getirdi ve üretime geçti. Elbette bisküvi önemli bir kalemdi ancak çikolatanın katma değeri daha fazlaydı. Dolayısıyla çikolata Ülker’in gelişmesinde ve bugün dünyanın sayılı markalarından biri olmasında çok büyük katkı sağladı.
Ülker markasını ve şirketlerini bir canlı organizmaya benzetebiliriz. Kimisi gelişir büyür, kimisi cılız kalır ölür. Şirketin geçmişinde böyle durumlar oldu. Ben Ülker’de 1 Ağustos 1975 yılında çalışmaya başladım ve Şubat 2015’te emekli oldum. Yani 40 yılımı bu büyük şirkette geçirdim. Bunun büyük bir bölümünü de Sabri Bey ile çalışarak geçirdim. Tabii ki daha sonra Murat Ülker ile de çalıştık. Bana basın mensubu arkadaşlar, Ülker gibi büyük bir şirkette 40 yıl aralıksız çalışmaya nasıl tahümmül ettiğimi soruyorlar. Ben de onlara her seferinde “Tahammül etmedik, severek çalıştık. Bu da bizim için keyif oldu” cevabını veriyorum. Sabri Bey bana sürekli “Kolumun biri sensin” derdi. Ben de kendisine layık olmaya çalıştığımı söylerdim. Aldığımız baba terbiyesinde verilen söz senet gibidir. Bu sebeple bir 40 yıl daha yine çalışırım diyorum. O zamanlarda beraber çalıştığımız arkadaşlarımız bana, ben de onlara çok şey öğrettim. Kimse alınıp gücenmesin bugünün profesyonel dünyasında maalesef maddiyat daha önde tutuluyor.
ODAMIN KAPISI HERKESE AÇIKTI
Ülker serüveninizde hangi görevlerde bulundunuz, nasıl bir yöneticiydiniz?
Ben Ülker’de işe mühendis olarak başladım. Daha sonra sırasıyla imalat müdürü, genel müdür yardımcısı, genel müdür, 2000’den 2006 yılına kadar Ülker Grup Başkanı olarak görev yaptım. Bisküvi, çikolata ve şekerleme gibi kategoriler benim yönetimim altındaydı. 2006 yılında Murat Ülker Yüksek İstişare Konseyi oluşturdu. Ben de o kurulda görev aldım ve tecrübelerimi paylaştım. Ben fabrikaya her sabah saat 06.00’da gelirdim. Akşam ise geç saatlere kadar çalışırdım. Sabri Bey de erken gelir ama işlerini erkenden bitirirdi. Bize “Yatmasını bilmeyen kalkmasını da bilmez” derdi. İnsanlarla her zaman yüzyüze konuşurdum. Günümüz yöneticilerinin birçoğu yüzyüze iletişimi ihmal ediyor. Gelişen sosyal medya insanları tembelleştirdi. Genel müdürlük yaptığım dönemde odamın kapısı her zaman açıktı. Benimle konuşmak isteyen her zaman gelebilirdi. Mesela perşembe günleri öğleden sonra 3 saatimi işçilerle görüşmelere ayırır, sorunlarını dinlerdim. Bunları çalışanlar için yapmak çok önemli. Çünkü her şirketin zor zamanları olabilir. İşte böyle dönemlerde bu insanların destekleri çok önemlidir. Lider özellikli gerçek yöneticiler bunu bilirler. Ben de çalışanlarımıza dokunarak iyi ilişkiler kurdum. Onlara karşı dürüst, doğru ve adil olmaya çalıştım. Bu kadar yıl çalıştım ama insani açıdan hatalı karar verdiğimi düşünmüyorum. Yıllar sonra beni arayarak özür dileyen çok çalışma arkadaşım oldu. Günümüzde kurumlar arasında o kadar çok transfer oluyor ki şirketlerin ne gizliliği ne de sırları saklı kalabiliyor.
ÜLKER’İN İKİNCİ DOĞUŞU
Bir konuşmanızda Ülker’in kuruluşunun 35. yılı olan 1979’da büyük bir travma geçirdiğini, bunun Sabri Ülker’in liderliğiyle atlatıldığını belirtmiştiniz. O süreçte neler yaşanmıştı?
Ülkemizde anarşi kol geziyor, siyasi kargaşa işçi hareketlerini de besliyor, körüklüyordu. Ülker de bu yaşananlardan nasibini alıyordu. Sendika yönetimiyle iletişim kopmuş, sendika her türlü baskı yöntemini deniyordu. Üretim zaman zaman durduruluyor, bantlardan gelen bisküviler toplanmıyor, yerlere dökülüyordu. Sabri Bey, en kötü şartlarda bile ümidini yitirmeyen bir insandı. Sendika ile çözüm yolu bulabilmek adına tüm imkanları zorluyordu. 24 Ağustos 1979 Cuma günü, Ramazan Bayramı’nı idrak edecektik. O yıllarda Arife günleri yarım gün çalışılıyordu. 23 Ağustos 1979 Perşembe günü (arife) paydosa beş dakika kala Sabri Ülker Bey beni telefonla arayarak kendisini beklememi ve içeride güvendiğim çalışanlardan 10-12 kişinin de birlikte bekletilmesini rica ettiler. El ayak çekilip ortalık sessizliğe bürününce saat 13.00 gibi eski fabrikaya geldiler. Odaya girer girmez kapıyı kapatıp ayakta konuştular. ‘Çocuklar bu işin sonu yok, sendikadan gelen haberler hiç iç açıcı değil. Bayramdan sonra ne olacağını pek kestiremiyoruz. Ama kanuni haklarımızı kullanmakta kararlıyız’ dedi. Bayram sonrası üretimin durdurulacağını, tüm çalışanların yasal hakları ödenmek kaydıyla iş akitlerinin sonlandırılacağını etkili bir dille ekibe anlattı. Konuşmasının sonunda gerçek bir lider hakimiyetiyle, ‘İstanbul’daki fabrikaları kapatıyoruz. Ülker’in pazardaki enerjisinin kesintiye uğramaması hatta daha etkin hissedilmesi için Çokomel, Çokoprens, Çokokrem ve Taç Kraker üretim tesislerini Ankara’daki fabrikaya taşıyıp orada üreteceğiz. Üç günlük bayram süresince evlerinize gitmeden bu işi bitirmelisiniz’ deyip herkese başarı ve kolaylıklar dileyerek odadan çıktı.
Bayram günü fabrikayı İstanbul’dan Ankara’ya taşıdık. Bayram süresince tüm yük taşımacılığının hemen hemen durduğu bir ülkede lojistik desteğin aksamadan sağlanması ve tüm bu harekatın yüksek gizlilik içinde yürütülmesi büyük bir strateji, selam durulacak ve alkışlanacak liderlik dehası, kararlılık ve cesareti gösteriyordu. Ankara’daki fabrikanın (AGS) varlığı Ülker için her zaman bir güvence olmuştur. Sade anlatımıyla yumurtaları tek sepete koymamanın, riskleri paylaştırmanın faydasını burada bir kez daha yaşadık. Ülker’in yeniden doğuşu diyebileceğimiz bu savaşta, bir elin parmakları kadar sayıdaki çalışma arkadaşımızla yer almaktan büyük onur duyduk.1979 yılı sonlarına doğru Ankara’daki üretim yoluna konmuş, üç vardiya çalışması devam ederken bir taraftan da İstanbul’daki iki fabrikanın açılma işleri planlanmaya çalışılıyordu. Sabri Bey’in soğukkanlı, liderlik dehası Ülker’i yeniden hayata kazandırmıştı.”
“BİSKÜVİYİ ÜLKER GİBİ YAPIN”
Sabri Bey’le yaşadığınız anılarınızdan birini bizimle paylaşabilir misiniz?
Sabri Bey ile pek çok anımız var. Bunlardan biri Ülker markasına duyulan güveni net bir şekilde ortaya koyar nitelikte. Kısaca anlatmak gerekirse; 1990’lı yılların başında Ordu’da Sagra fabrikası satışa çıkmıştı. Sektörün ileri gelen firmalarına teklifte bulunulmuştu. Bize de teklif gelmişti. Sabri Bey ile ben fabrikayı görmeyi kararlaştırdık. Trabzon’a uçakla gidecek, oradan Giresun’a geçecek, bir gün sonra da Ordu’ya varacaktık. Trabzon’a gitmek için Atatürk Havalimanı’na geldik. Biraz erken gelmiştik çünkü bekleme salonu boştu. 303 numaralı kapıda bekliyorduk. Bütün koltuklarda yer olmasına rağmen ihtiyar ama dinç bir Karadenizli amca Sabri Bey’in yanına oturdu. Biz konuşurken, adam devamlı Sabri Bey’in yüzüne bakıyordu. Sabri Bey önce yüzünü çevirmedi ama yaşlı adam ısrarla bakmaya devam edince kayıtsız kalmadı ve selam verdi. Adam, Sabri Bey’e ne iş yaptığını sordu. Sabri Bey çok metavazı biri olduğu için Ülker’den söz etmeyerek, “Biz büsküvi yapar, bisküvi satarız” dedi. Bunun üzerine adam da kendisine “Bakın bisküvi yapıyorsanız Ülker gibi yapın” cevabını verdi. Bu anektod bir Türk vatandaşının Ülker markasına duyduğu güveni çok güzel bir şekilde anlatıyordu.
YÜRÜMEK EN BÜYÜK TERAPİM
Emekli olduktan sonra Türkiye Gıda Sanayi İşverenleri Sendikası TÜGİS’e daha fazla ağırlık vermeye başladınız. Neler yapıyorsunuz, çalışmalarınızda bahsedebilir misiniz?
Biyolojik yaşımın 45 olduğundan söz etmiştim. Gerçekten kendimi dinç hissediyorum. Sendikaya her sabah saat 08.00’de geliyorum. Çünkü içinde bulunduğumuz iş hanı o saatte açılıyor. Eğer daha erken açılsaydı ben de erken gelirdim. Günde en az 1 saat yürüyorum. Sağlıklı yaşamın en önemli koşullarından biri dengeli beslenme ise, diğeri de hareket etmek. Ben yürüyüşü terapi haline getirdim, çünkü hiçbir şey düşünmüyorum. Adeta kafamı rahatlatıyorum. Bunu da herkese tavsiye ediyorum. Gençlik yıllarımda basketbol ve masa tenisi oynardım. Şu anda ise sadece yürüyorum. TÜGİS’ten bahsedecek olursak; TÜGİS bildiğiniz üzere 55 yıllık bir sendika. Burası gönüllülük esasına dayalı bir kuruluştur. Sendikamıza üyelik isteğe bağlıdır, bir zorunluluk söz konusu değildir. Burayı sadece bir işveren sendikası olarak değil, gıdayı da gündemine alan bir sivil toplum kuruluşu olarak konumlandırdık. Yasa bize diğer sivil toplum kuruluşlarına göre bir ayrıcalık tanıyor. Buna göre işveren olarak biz işçi sendikalarıyla toplu sözleşme yapmakla yetkilendirmiş durumdayız. Bu da gayet güzel bir şey. Dolayısıyla gıda konusundaki projelerimizi sendikal faaliyetlerle paralel yürütmeye çalışıyoruz. TÜGİS olarak Avrupa Birliği’nin gıdayla ilgili projelerinde bazen lider, bazen de ortak olarak girmeye çalışıyoruz. Beş – altı proje gerçekleştirdik. Son olarak “Gıda Atıkları ve Geri Kazanımı Projesi”ni tamamladık. Avrupa Birliği tarafından desteklenen gıda ve gıda güvenliği konulu projeler içinde yer almaya önem veriyoruz.
Bunun yanı sıra bütün işverenlerin şikayetçi olduğu kalifiye insan ihtiyacını karşılamak üzere devletin oluşturduğu Mesleki Yeterlilikler Kurumu’nda gıdayla ilgili mesleki standartların yazımını yapılan bir protokolle TÜGİS olarak üstlendik. Bu standartlar belirlendikten sonra gerekli eğitimi alacak olan işçiler belgelendirilecek ve sahip oldukları belgelerle herhangi bir AB ülkesinde rahatlıkla çalışabilecekler. Bundan sendika olarak herhangi bir maddi menfaatimiz yok, hatta giderimiz var. Tamamiyle gönüllü olarak bu çalışmada yer alıyoruz. Bunun yanı sıra TÜGİS ve Sürdürlebilirlik Akademisi işbirliğiyle 18 Ekim 2016 tarihinde İstanbul’da “Sürdürülebilir Gıda Konferansı”nı organize edeceğiz.
FİRMALARIMIZ TEKNOLOJİ TRANSFERİNDE YAVAŞLAR
Ülkemizde yaşanan son gelişmelere bağlı olarak gıda sanayinin bugünkü durumu ve geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz?
Türkiye’de gıda sanayi aslında yerel bir sektör olarak faaliyet gösteriyor. İhracatımız 20 milyar doları bulmuyor. İç tüketim ağırlıklı çalışıyoruz. İnsanların yaşam standartları yükseliyor. Hem insanların gelirleri artıyor hem de şehirli nüfus sayısı yükseliyor. Bu süreç insanları hazır ve kolay tüketilebilen gıdalara yönlendiriyor. Bu bağlamda gıda sektörünün şansının oldukça fazla olduğunu düşünüyorum. Ama dün gazetede okuduğum bir haberde, son 6 ayda geçtiğimiz yılın aynı dönemine oranla yabancı yatırımlarda ciddi azalmalar olduğunu okudum. Haberde benzer durumun gıda sektöründe de yaşandığı belirtiliyordu. Bunu da gayet doğal karşılıyorum. Ülkemizde yaşanan üzücü olayların bunda büyük etkisi oldu. Dolayısıyla ben gıda sanayinin ciro olarak ciddi küçülmeler yaşayacağı kanaatinde değilim. Ama teknoloji transferi, yeni ürün geliştirme ve inovasyonlar konusunda sektörün yavaş kaldığını görüyorum. Sektörde şu anda faaliyet gösteren yabancı yatırımcıların işlerine devam edeceklerini hatta biraz daha artırabileceklerini görüşündeyim. Bunun dışında yerli firmalarımızın gıda güvenliği alanında sorunları var. Özellikle tağşiş ve taklit kosunuda alınan önlemler çok yeterli değil. Dolayısıyla bu meselenin ivedilikle çözülmesi gerekiyor. Çünkü gıda istismara son derece açık bir ürün. Sahte televizyon, sahte otomobil yapılmıyor ama sahte bal rahatlıkla üretilebiliyor.
Gıda sanayinin duayenlerinden biri olarak genç okuyucularımıza hangi tavsiyelerde bulunmak istersiniz?
Bilindiği gibi, gıda insanların temel bir ihtiyacı. Bundan ötürü de gıda sektörü vazgeçilmez meslek alanlarından biri konumunda. Mesleğe yeni başlayan gıda mühendislerinin yaptıkları işi çok iyi bilmeleri gerekiyor. Bunun için ihtiyaç duydukları bilgileri öğrenmeleri, dolayısıyla da öğrenmeye açık olmaları şart. Mesela ben devamlı bir şeyler yazıp çiziyorum. Böyle yaparak hem yeni şeyler öğreniyorum hem de beynimi dinç tutabiliyorum. Ancak günümüzde gençler çok aceleci davranıyorlar. Bunun çeşitli sebepleri elbette var. Öğrenmenin zamanı ve sınırının olmadığını bilmeleri gerekiyor. Bunların yanı sıra mutlaka İngilizce bilmeleri gerekiyor. Buraya kadar söylediğim donanımla ilgiliydi. Lakin bunları değerli kılacak bazı değerler vardır. Bunlar da dürüstlük ve adil davranmak. Haksızlık üzerine kurulan kariyer bir gün mutlaka çökmeye mahkumdur. Dolayısıyla genç arkadaşlarımızın kariyerlerini planlarken etik değerlere önem vermelerini söylemek isterim.